Yazın son demlerinde katıldığımız Nilüfer Fest’te, kendine has müziğiyle dikkatleri üzerine çeken Altın Gün’le bir röportaj yaptık. İşte röportajımız:
Daha önce İKSV’de de sahne aldığınızı biliyoruz ama sanırım bu İstanbul dışındaki ilk konseriniz, değil mi?
Hayır aslında. Geçen nisanda İstanbul, Ankara ve Eskişehir’deydik. Bu sefer de Antalya ve Bursa olsun dedik. Her geldiğimizde iki üç konser yapıyoruz. Keşke daha çok gelebilsek ama diğer taraf çok yoğun. Bir de Amerika başladı, iyice yoğunlaştı.
Peki Türkiye’deki kitleyle arasında nasıl bir fark var?
Çok büyük bir fark var. Oradaki insanların hiçbir önyargısı ya da tepkisi yok bu müziğe karşı. Yani onlar için bu düğünde göbek attığın bir müzik değil. Dolayısıyla onlar çok daha farklı bir kulakla dinliyorlar. Bayılıyorlar, kaç bin kişilik salonlarda beraber dans ediyoruz.
Saykodelik Rock’la göbek atılabileceğini hiç düşünemezdim.
Ben de öyle. Diyorum şimdi nasıl kaynaştıracağım bunları? Hadi diyorum el kaldıracağız, hadi diyorum parmak şıklatacağız derken işte başlıyor herkes dans etmeye.
Ben şunu çok merak ediyorum: Bu ‘olay’ nasıl birleşti? Fikir sizden çıktı zannedersem.
Yok, benden çıkmadı. Jasper, bir plak koleksiyoncusu ve yaşayan bir jukebox. İstanbul’a turneye çıktığında, Jacco Gardner ile olan projesi bitince elinde vakit kalmış. Bu müziği canlı yapsak çok güzel olur demiş ve Facebook’a bir ilan koymuş. Onların sesçisi benim yakın arkadaşımdı, o da beni o projeye etiketledi. Zaten biliyordu benim başka şeyler de aradığımı. Erdinç ile de o şekilde bir araya geldik, yani yine Facebook’tan. Zaten provaya girdiğimizde, biz Altın Gün olmuştuk. Çok sihirli oldu her şey. Ben yıllarca müzik yapabilmek için kimyamın uyduğu bir şeyler bulmaya çalıştım ve ilk defa oldu. Bu uyumun çok sık karşılaşılan bir durum olduğunu sanmıyorum.
Belki de özgün bir tarz olması ilgi çekti bir anda.
Sanırım, çünkü herkesin müzikal geçmişi bambaşka ve bence bu bir şekilde yansıyor. Herkesin geçmişinde dinlediği, etkilendiği müzikler bir şekilde gösteriyor kendini. Mesela gitarist İngiliz, biri Endonezyalı, biri Hollandalı, iki de Türk. Ciddi bir karma yani.
İlk prova yaptığınız zamandan sonra da epey büyüdü tabii işler.
Daha 3 yıl olmadı biliyor musun, iki buçuk senede büyüdü. Yani acayip bir ivme. Hiçbir grup, bizim kadar hızlı, bu şekilde çıkış yapmadı. Bilmiyorum, işte dedim ya bir sihir var.
Tame Impala’nın ön grubu olarak turneye çıkacağınızı söylediniz sahnede. Biraz da ondan bahsedelim.
Evet, söylemek istedim çünkü bizi burada çok tanımıyorlar.Bu da sanırım daha çok yurtdışında çaldığımızdan. Çok güzel yerlerde çalıyoruz yurtdışında, gerçekten çok güzel mekanlarda. Kendi turnelerimiz de öyle, katıldığımız festivaller de öyle.
Outside Lands’e de çıktınız öyle değil mi?
Evet çıktık. Bir sürü oldu. Amerika’da bizim beş altı tane sold-out şovumuz oldu. Yani Los Angeles, New York, Seattle, Kingston hepsi sold-outtu. Biz şaşırdık, hiçbirini beklemiyorduk. Biz Amsterdam’da çok underground bir yerde başladık çalmaya ve o günden sonra çok uçtu her şey. Biz hiç beklemiyorduk böyle bir resepsiyon.
İlerde planladığınız daha değişik projeler var mı?
Şimdi mesela birinci albümle ikinci albümü kıyasladığında birinci albüm daha Folk, ikincisiyse daha çok Disko ve Italo.Bu yavaş ve kendiliğinden gelişen bir süreç. Kilometre işi biraz. Sanırım bu iki buçuk yılda 500’e yakın şov yaptık, yani inanılmaz bir kilometre yaptık. Bir şarkıyı bu kadar defa birlikte çalınca değişiyor ve gelişiyorsun doğal olarak. Üçüncü albüm için daha belirgin bir durum yok ama bu bir süreç. Acelemiz de yok açıkçası. 2 yılda 2 albüm yaptık. Bakalım…
Peki yaratım süreci nasıl işliyor?
Ben ve Erdinç bir sürü şarkı biliyoruz, Türk’üz sonuçta. Jasperde epey biliyor. Fikirlerle geliyoruz birbirimize, minik demolar hazırlıyoruz. Sonra stüdyoda başlıyoruz bir tanesine ve direkt çıkıyor. Şarkı seni zorlamıyorsa, biz onu aranje edebiliyorsak; zaten kendini belli ediyor. O yüzden bir şey oluyorsa oluyor, olmuyorsa olmuyor. Türk halk müziği zaten sonsuz bir hazine.