Röportaj: Ayşe Sinem Kayır, Fatmanur Ekiner, Zeynep Kurt.
Perde Arkası’nın ikinci röportajında Moda Sahnesi ile sezonun en güzel oyunlarından Suzy Storck hakkında konuştuk. Gerek rejisiyle gerek dekoruyla göz dolduran ve oyunculuklarıyla biz seyircilere müthiş bir deneyim yaşatan Suzy Storck, kadınlık ve aile üzerinden hem politik hem de sosyal konulara dikkat çekiyor. Magali Mougel’in yazdığı, Reyhan Özdilek’in çevirdiği oyunun yönetmen koltuğunda Kemal Aydoğan oturuyor. Oyuncu kadrosunda ise Aybanu Aykut, Reyhan Özdilek, Çağlar Yalçınkaya ve Mert Şişmanlar yer alıyor. Biz de radyo boğaziçi olarak bu güzel oyunu izleme fırsatı bulduk, elektrik kesintisine rağmen seyircilerin desteği ve oyunun müthiş temposuyla birlikte gerçekleşen bu unutulmaz deneyim hakkında Suzy Storck ekibiyle çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Keyifli okumalar!
Her oyunun bir doğuş hikayesi vardır. Biraz Suzy Storck’un nasıl ortaya çıktığından, karar sürecinden bahsedebilir misiniz?
Reyhan: Suzy Storck’un yazarı Magali Mougel’in başka bir oyununu okumuştum ve çok sevmiştim. İsmi “Les Guerrières Ordinaires” yani “Savaşçı Kadınlar”dı ve bu oyunu çevirmek vardı planlarım arasında. Daha önce de Galata Perform’un Yeni Metin, Yeni Tiyatro etkinlikleri dahilinde çağdaş Fransız yazarlardan oyunlar çevirmiştim. Tesadüf oldu, yine Galata Perform’dan Ferdi Çetin ile konuştuğumuzda bu yılki etkinliklerinde Magali Mougel’den Suzy Storck’un çevrilmesini istediklerini söyledi. Aslında ben bahsettiğim diğer oyunu çevirmeye hazırlanırken önce Suzy Storck’u çevirmiş oldum böylece. Ardından, geçen yıl 24 Mayıs’ta bir online okumasını yaptık Yeni Perform adı altında. Oyunu Kemal Ağabey ile paylaştım, sonrasını kendisi anlatabilir.
Kemal: Oyunu Reyhan gönderdi bana. Birkaç oyun daha göndermişti aslında ama bu oyun enteresan geldi, sevdik ve Moda Sahnesinin repertuarında olsun istedik. Eylül gibi başladık. Dört hafta prova yaptık, beşinci haftada da seyircili genel prova yapıp oynamaya başladık.
Mert: Bir ayda oyun mu çıkar? Biz de hazırmışız demek ki.
Kemal: Pandemiden çıkmıştık, çok özlemiştik tiyatro yapmayı. Onun için de hemen seyirci ile karşılaşmak için hızlandık sanırım. Bu arada bir ayda çıktı ama 6-7 hafta çalışmış kadar bir olgunlukla çıktı oyun seyircinin karşısına.
Mert: Uzun uzun çalıştık tabii öyle bakınca.
Aybanu: Ben okuma aşamasından beri varım, oradan süregeliyor. Çok güzel bir hikaye bence.
Reyhan: Okumayı yaptığımızda Fehmi Karaarslan yönetmişti, Aybanu yine Bayan Storck’tu. Ben Suzy’yi okumuştum, Hans Vasili’yi de Sabahattin Yakut. Koroyu 2-3 kişiye bölmüştük, okumada ise 6 kişilik bir ekiptik.
Bu sorumuz özel olarak Reyhan Hanım’a. Suzy Storck’u Türkçeye siz çevirmişsiniz. Haddim olmayarak söylemeliyim ki hem oyunculuğunuza hem de çeviriye hayran kaldım. Oyunun özünü ya da kültürel motifleri değiştirmemenize rağmen dil günlük Türkçeye çok yakındı. Fazlasıyla çeviri kokmaması kişisel bir tercih sanırım. Bizce bu oyun Türkçe yazılsaydı da böyle yazılırdı. Siz hem bu tercihle hem de çeviri süreciyle ilgili bize neler anlatmak istersiniz?
Reyhan: Oyunun kendisi de en başında “Nerede geçtiği önemli değil, ne zaman geçtiği önemli değil.” diyor zaten. Bu yüzden Türkçe ya da Fransızca oluşu da pek fark etmiyor aslında. Metin çok duru bir metin ve orijinali de bu yapıda. Çeviride hem bire bir hem de yorum katılmamış bir çeviriyi tercih ediyorum. “Bu şiirselliği ben tercih ettim; şu yüzden şurada böyle dedim.” gibi bir şey söyleyemem, çünkü öyle değil. Dediğin gibi, bu oyun Türkçe yazılmış olsaydı da tam olarak böyle yazılırdı. Bazı çeviriler Türkleştirir ya hani -daha bizim ağzımıza uyarlar, deyimler yerleştirir vesaire- aslında zaten çoğu dilde böyle şeylerin birbirine karşılığı var. Yalnız zaten bu metinde o bile yok. Fransızcası da tam olarak böyle yazılmış. Çeviri kokmamasının sebebini de bence şiirselliğine rağmen çok duru bir metin oluşuna bağlayabiliriz.
Prova süreçleriniz nasıl ilerledi? Zorlandığınız, keyif aldığınız anılardan bahsedebilir misiniz?
Kemal: Benim için oyuncu zor bir şey. Oyuncunun olduğu her an zor bana.
Mert: Benim için de yönetmen zor.
Kemal: Tamama erince çok güzel oluyor, insan bir rahatlıyor tabii ama asıl oyuncuya sormak lazım. Benim keyfim yerinde. Ne istersem o oluyor, çayım kahvem geliyor. Benim için hiç sorun yok.
Çağlar: Hepimiz çok oyun provası yapmışızdır. Yani burada birçok oyuncu hem Kemal ağabey ile çalışmış hem de Moda Sahnesinin diğer oyunlarında da oynamış insanlar. Galiba en rahat akan, en sonuç odaklı; daha doğrusu, en sağlıklı prova süreçlerinden biriydi. Her anından yüzde yüz verim alınan provalardı. Bazen prova boşa gider; o hafta hiçbir şey öğrenememişsindir, hiç ilerleme kaydedememişsindir. Bizde öyle olmadı. Kemal Ağabey matematiğini ona göre kurmuş. Çok hızlı aktı her şey.
Reyhan: Evet “Aa bitti.” olduk.
Çağlar: Oyun masa başında kurulmuştu, Kemal Ağabey tarafından.
Mert: Biz Çağlar’la daha önce iki oyunda beraber çalışmıştık, ancak Aybanu ve Reyhan’la ilk defa sahneye çıkıyoruz. Bir oyun provasında, ekibin uyum süreci çok meşakkatli olur normalde. Ama biz, çok kolay ısındık ve hep sahnelemeye yönelik çalıştık. İki hafta komando eğitimi gibi eğitildik.
Reyhan: Benim için farklı olan durum şuydu: Bu ekipte herkes bir şekilde daha önce Kemal Ağabey ile çalışmış kişiler ve bir tek ben daha önce hiç çalışmamıştım ekipten kimseyle. Bu yüzden itiraf etmeliyim ki biraz gergin başladım. Yani Aybanu ile okumada beraberdik ama onun dışında kimseyle çalışmamıştım. Başlayana kadarki süreç ve ilk birkaç gün benim için biraz stresliydi kimseyi tanımadığımdan. Sonrasında rahatladım ve çok güzel geçti tabii.
Mert: Bize hiç böyle anlatmamıştın, gerginlik falan…
Reyhan: E tabii gerginliğimi de çaktırmamam lazım kendimi de daha çok germemek ya da gerginliğimi insanlara geçirmemek için, ama çabuk atlattım. Uyumluyduk zaten hiç yabancı hissetmedim.
Çağlar: Bu arada oyun da kısa bir oyun falan değil. 80 dakika oynuyoruz ve kısa bir metin de oynamıyoruz.
Kemal: Oyunu oynamaya karar verip kadroyu oluştururken Çağlar ve Mert ilk castlardı ve onlardan şöyle bir geri dönüş geldi: “Çok zor bir oyun değil mi?”. Zor bir oyun bence de. Bizi şiirselliği biraz abandone etti. Böyle bir metin için hazırlığımız da yok tecrübemiz de yok daha önceden. “Bu nasıl konuşulur?”, “Normal mi konuşacağız yoksa oyunun kendine has bir sesi mi olacak?”, “Böyle bir metin nasıl sahnelenir?” gibi sorular vardı kafamızda. Yazarın üslubu hem zor gibi duran ama kolay alımlanan, söylerken ve dinlerken de bir oyunculuk zevki sunan, oyuncuyu hemen içine dahil eden bir üsluptu. Çok acayip. Dışarıdan baksanız ben bunu yapmayayım diyebilirsiniz. Okuma anında da tam anlaşılmıyor ama oynanmaya başladığında metin birden ele gelmeye başlıyor. Reyhan’ın da çevirmen olarak yanımızda olması o anlamda çok avantajlıydı. Bir de bu Brechtyen üslubun da tabii ki oyunun oynanışına ve oyuncuya da büyük katkısı var. Yani en başta “Biz bunu nasıl oynayacağız? Zor değil mi?” deyişlerimiz -bu benim için de geçerli- sonrasında geçti. Bu da herkesin çok istemesiyle ilgili.
Aybanu: Güzel denk geldi.
Çağlar: Hatta ben metni ilk okuduğumda “Bu Moda Sahnesi’nin en zor anlaşılacak oyunu olacak.” diye düşünmüştüm. Ama bence şu an en kolay anlaşılan oyunu.
Oyunu izlerken erkek-et bağdaştırması çok dikkatimi çekti. Suzy Storck’un hayatına bir erkek girmesi beyaz etle başlıyor. Sonrasında da ilişkisinde yaşadığı sorunlar basıcı hava ve çok yoğun et kokusu ile bağdaştırılıyor. Oyunun başından sonuna kadar ise tüfek, avlanma gibi motifler “evin erkeklerine” atfedilmiş. Bunu Etin Cinsel Politikası, feminist-vejetaryen-vegan kuramlar üzerinden de okumamız gerekir diye düşündüm. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Suzy Storck feminist bir isyan olduğu kadar beslenme biçimlerini de sorgulatacak bir oyun diyebilir miyiz?
Kemal: Mezbaha ve vejetaryenlik-veganlık ilişkisini bağlantılandıranlar var tabii ki. Dolayısıyla burada da bir mezbaha kültürü, fordist sistem, üretim sistemi, kadının da üretilmesi ve bunun erkek egemen dünyanın çıktısı olması gibi bağlantılar bence var. Bunlara spesifik olarak çok değinmedik ama erkek egemen sistem, onun üretim aygıtına sahipliği, mülkün kimin elinde olduğu, kadının o anlamda ataerki tarafından nasıl pozisyonlandığı gibi konulara sıkça değindik tabii ki. Genel anlamda mülkiyet üzerinden gittik.
Reyhan: Kadının sahiplenilmesi gibi, onun kendi tercihlerini ve kendi hayatını yaşayamaması gibi bir durum daha çok var mülkiyet üzerinden. Ama veganlığa dönecek olursak bir tiksindirme var metinde. Kokudan bahsediyor, “Keşke ben bir tavuk olsaydım.” diyor, kümes hayvanları fabrikasında çalışıyor. Cinsellik-et-beden bağlamında cinsellikten de tiksiniyor o zoraki evlilik çerçevesinde. Oradan da okunabilir, dediğiniz gibi.
Kemal: Kırlangıçların sinek yemesi de var mesela. Kırlangıçlar erkek, sinek yiyorlar; Suzy kendini sinekle özdeşletiriyor gibi…
Çağlar: Güdüsel olarak oraya gidiyor konu. Politik okuma yaptığımda merakımı uyandırmamıştı bu konu ama güdüsel olarak ben de sizin gibi hissettim.
Kemal: Kurbanlık daha ön planda bence. Koyunlardan bahsetmesi örneğin.
Reyhan: Orada ebeveynlerinin koyunlarından bahsediyor. Kendisini de aslında o koyunlarla özdeşleştirip ebeveynlerinin kurbanı -anne ve olmayan baba (babayı ataerkil sistemin kendisi olarak kurgulamıştık)- olarak görüyor.
Mert: Sonunda kokuyu duyup yapacağı icraatten vazgeçmesi de çok garip geliyor bana. Hiçbir şey yapmamayı orada da sürdürüyor aslında. Sonunda da bir şey yapmak üzereyken elindeki kokuyu duyup hayata devam etmeyi düşünüyor.
Genel olarak izlediğim tiyatrolarda o an sahnede rolü olmayan oyuncular sahne arkasına geçer. Suzy Storck’ta ise dördünüz de hep sahnedeydiniz. Kenarda oturduğunuz zaman da roldeydiniz, oyuna ara ara dahil olduğunuz durumlar oldu. Bu durum yorucu oldu mu? Diğer şekilde olması gerektiğini düşündünüz mü?
Kemal: Bu Ostermeier’in de yakındığı bir şey. Ostermeier’e “Hamlet’i niye altı kişi yaptınız?” diye soruluyor. O da diyor ki “Eğer sürekli oynatmazsak, rol yüklemezsek ve onlar kulise giderlerse yabancılaşıp geri gelmezler.” diyor. Gerçekten böyle bir açıklaması var, çünkü kulise gidip orada “Diziye gittin mi?” diye konuşuyorlar. Hamlet’te öyleydi mesela. Altı kişi sahnede tüm rolleri oynuyorlar ve bir an olsun oyundan kopmuyorlar, bu sayede oyunun dinamiği de zaten düşmüyor. Çağın insanlarında var sanırım bu. Bende de öyle. Beni on beş gün tiyatrodan alıkoyarsanız on altıncı gün dönmeyebilirim ya da yarım, eksik dönebilirim. Biraz konsantrasyonla da ilgili bir şey galiba. Ama bizdeki o değil. Çünkü dört kişi oynuyoruz ve sürekli dönen bir oyun.
Çağlar: Oyun zaten kulis antresine müsait bir oyun değil.
Kemal: En başı için bahsedebiliriz belki. Oyuncuları ayırdık desek belki olabilir ama yazarlar da artık böyle oyunlar yazmıyorlar. Çünkü tiyatro ekonomisi denen şey dünyanın her yerinde bu tip dramaturjiyi ve rejiyi aslında üretti. Ostermeier, oyuncunun konsantrasyonu bozulmasın diye göndermiyor ama aynı zamanda da altı kişiyle Hamlet oynuyor. Onun için yazar da böyle kurmuş diyebiliriz.
Reyhan: Karakterlerin başka bir karaktere dönüşmesi, aynı yerde olması ve bunun sahne değişikliği olmadan gerçekleşmesi de bir etken. Örneğin Bayan Storck’un işveren olması ayrı bir sahne olarak yazılmamış. Bir blackout ya da sahne geçişine ihtiyaç duyulmuyor doğal olarak.
Daha minimal dekor kullanmasının sebebi de tiyatro ekonomisinden kaynaklı bir durum mu?
Kemal: Bu oyunda değil. Bu oyunda hızlı bir dönüşüme ihtiyacımız vardı, bu durum oyunculuğu da arttıran bir şeydi. Bir malzemeyi başka türlü kullanabilme becerisi epik tiyatronun “Yapabilirsin.” dediği bir şey. Oyunun oynanma isteğiyle ilgili bir durum kısaca. Yoksa oyun gerçekçi bir dekor isteseydi, zaten gerçekçi bir dekor kuracaktık. Aslında sadece gerçeği hissedeceğimiz bir ortama ihtiyaç var.
Çağlar: Yeni metinler o kadar dekor üzerine yazılmıyor diyebilirim ben de. Dekor anlayışını değiştiren şey galiba sahnelemelerden ziyade yeni metinler. Artık bol dekorlu oyunlar yazılmıyor yazarlar tarafından. Ben öyle gözlemliyorum süreci. Eskiden Şehir Tiyatroları’nın, Devlet Tiyatroları’nın oyunları dekor üzerinden kurulurdu ve oyunu izlediğimiz kadar dekoru izlerdik. Şu an yazarlar bunu pek tercih etmiyor. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama öyle bir dönüşüm var bence.
Reyhan: Bu arada metinde dekorla ilgili de kostümle ilgili de bir tarif yok.
Kemal: Sadece bir makinenin çalıştığına dair replikler var. Oradan çıkarıyorsun bir dikiş makinesi var galiba diye.
Suzy Storck sezonun en beğenilen, dilden dile anlatılan oyunlarından biri. Sizin gözlemlediğiniz kadarıyla seyircilerin Suzy Storck hakkındaki düşünceleri neler? Bu konuda unutamadığınız bir yorum oldu mu?
Herkes: Öyle miymiş? Biraz seyirciye de yansısa keşke. Bize de söylüyorlar, tesadüf olamaz herhalde.
Çağlar: Gerçekten de Suzy için ortalamanın çok üstü tepkiler aldık. Hiç kötü bir yorum duymadım daha. Fakat bilet konusuna girmeyelim. Yani daha doğrusu beklediğimiz o seyirci gelmiyor. Ben bu oyunun daha fazla seyirciye ulaşacağını tahmin ediyordum, ekip olarak da öyle düşünüyorduk.
Mert: Anı olarak… Ben çok küfür yiyorum rolümden dolayı. Hatta bir kere bir izleyici oyundayken söylemişti. Çok da o konuda konuşmak istemiyorlar benimle. Genelde oyunun güzelliğinden bahsediyorlar, herkesi tek tek övüyorlar, sonra bana gelince duruyorlar. Ama benim hoşuma gidiyor. Hans bunu hak ediyor çünkü. Ben elimden geldiğince onu yansıtmaya çalışıyorum, seyirci de alıyor. Tepkiler de hoşuma gidiyor o yüzden.
Çağlar: Kadının kadını haksız bulduğu durumlar da var. Metnin böyle seyircinin ayarlarıyla oynayan bir tarafı var. Bir şey tartışmaya açılıyor metinde ve çok iyi bir yerden açılıyor.
Reyhan: Oyunun bu tartışmalara açılıyor olması güzel. Genel olarak seyirciler çok sarsılmış olduklarını söylüyorlar. Geçen birisi kriz geçirdi, çıkamadı bir süre salondan. Ağlayanlar da oluyor. Hani tam birisiyle empati kuracak oluyorsun ama bir sonraki hamlede diğerini de anlıyorsun. O kurulan her şey yıkılıyor. Empati oyun gidişatında yıkılıyor ve seyirci bundan çok etkilendiğini söylüyor. Yoksa diğeri zaten beklenen, olağan bir durum ama onun hem kurulup hem yok edilmesi bir sorgulamaya itiyor. Bu da amaçlanan bir şey.
Kemal: Mesela erkek hepimizin bildiği gerçekleri söylüyor, onaylamayacağımız şeyler söylemiyor. “Herkes sabah kalkıyor.” diyor mesela. Doğru, herkes kalkıyor. Şunu düşünmemiz gerekiyor: Hepimizin içinde bulunduğu gerçeklik onaylanacak bir gerçeklik mi? Yani Kapitalizm bizim kültürümüzü oluşturmuş, sinsice sızmış bize. Duyduğumuzda onaylamamızın nedeni bizim de içinde olmamız. Hans ile aynı Kapitalist sistemi kabul ediş mekanizmasına sahibiz. Suzy’nin hareketi ise tam tersi yöne doğru. Kapitalizmin uygun insanı olmaktan vazgeçiyor. Bence oyunun kilit noktası burası.
Bizim için bu oyun özellikle çok özeldi. Belki de tiyatro sahnesinde görebileceğimiz en farklı deneyimlerden biriydi. Moda Sahnesi olarak elektrik zamları sonrası bazı oyunlarınızı elektriksiz oynamak durumunda kaldınız.Bu sizin için nasıl bir deneyimdi, neler söylemek istersiniz?
Çağlar: Tiyatro olarak böyle bir karar aldık. Yeni bir aşamaya gelene kadar oyunların ışıksız oynanmasına karar verdik ve bu bir eylemdi tabii ki. Faturaların yatırılamama gerekçesinden ziyade bunu bir tepki olarak yaptığımız çok aşikardı. Aslında oyuncu ve seyirci olarak iki dinamiğe ihtiyacımız var oyunun devam edebilmesi için. Oyuncu bir taraftan kendi hareket alanında, seyirci de kendi alanında olacak ve bir duygudaşlık durumu kurulacak. Oldu mu? Oldu. Seyirci anlaması gerekeni anladı mı? Anladı. Ama oyunun estetik kalitesi orası değildi, hiçbir zaman da olmayacak. Çünkü yeni dünya düzeninde ışık temel bir dinamik. Yine de iki gün için bence çok acayip bir deneyimdi. Seyircinin görmeden, diğer duyularıyla oyunu hissetmeye çalışması, çeşitli konsantrasyonlar türetmesi ve bizim de oyuncu olarak bunu hissetmemiz vesaire… Bunların hepsi iki gün için eğlenceliydi.
Reyhan: Evet yani dediğin gibi estetik kalitesi bu değil, başka şekilde tasarlanmış bir oyun. Bunun ışığı var, ses tasarımı var… Onlarsız yapmış olmak zorunda kalmak zorlayıcıydı ama gösterdiğimiz tepki bence gurur vericiydi. Bunu yapabilmek de bir şans. “Biz ne yapacağız?” diye düşünmeyerek o cesareti göstermek güzel. O yüzden Moda Sahnesi’nin savunduğu bu şeyin çok takdir edilesi ve arkasında durulması gereken birşey olduğunu düşünüyorum. Oyuncu olarak da bu deneyimi hayatımda unutulmayacak bir hatıra olarak görüyorum. Eksik olan faktörleri seyirciyle o anda başka bir kanalla bağlanıp farklı bir prodüksiyon yaratmış olduk, onların yaptıkları ışıkla. Bir de hiçbir elektronik cihaz sesi, herhangi parazit bir ses olmaması, sanki bir mağaranın derinliğindeymişiz gibi gerçek bir sessizlik ile oynamak da çok ilginçti. Oyuna da çok uydu. O yüzden, evet farklı bir deneyimdi.
Aybanu: Oyunun metnine hizmet etti gibi geldi bana da. Çok güzeldi.
Mert: Şimdi şöyle bir şey hayal etsek: Moda Sahnesi’nin elektriği kesildi ve ödenmedi. Burada sadece Moda Sahnesi oyunları oynanmıyor, misafir ekiplerin de oyunları oluyor. Bir müddet sonra burası gibi başka tiyatrolarda da ufak ufak kesildi elektrik. Bu tiyatrolar da faturaları ödeyip kirayı vermeyecek. Böylece sahnesi olmayan tiyatroların oyun alanları kısıtlanmış olacak, bu tiyatrolar oynayacak sahne bulamayacaklar. Haliyle söyleyecek sözleri olmayacak. Sonra birisi gelse, kendi salonlarını açsa 3-5 tane ve “Benim fikrimden oyunlar oynayacaksınız.” dese. Bu tiyatrocular sadece bu çeşit oyun oynamak zorunda kalacak. Bu bir hayal. Böyle bir şeyin olmayacağını gösterdi aslında bu elektriksizlik, o gün oynadığımız o oyunlar… Seyircinin ve oyuncunun, bir tiyatronun yapılabilmesi için yeterli olduğunu göstermiş olduk.
Kemal: Mert çok güzel ifade etti. İnat olarak da duygulanım olarak da iyiydi. Mesela o zaman beş günde altı oyun oynandı. Hepsi de iyiydi. Ne oldu da hepsi iyiydi? Çünkü hepimizin duygusu, nabzı yüksekti ve hepimizin üst bir amacı daha vardı. Bunu gerçekleştirmek için oynuyorduk. Ayrıca hepimizin bir öfkesi, heyecanı vardı; bunu da salgılıyorduk. Aynı zamanda seyirci de öyleydi ve ortak bir balonunun içindeydik hep beraber. Demek ki tiyatro için bir ortaklığa ihtiyacımız var. Müşteriye ihtiyacımız yok. “Ben bu kadar verdim haydi oyna. Nasıl etkileyeceksin beni?” gibi düşünceler iyi bir tiyatroyla karşılaşma biçimi değil. Yönetmen bakış açısından da öyle. Dünyaya aynı yerden bakacaksın ve bir heyecan içinde bakacaksın. O zaman güzel oluyor.
Aybanu: Tetikte olduğumuz anlardı. “Bir sonraki anda ne olacak?” duygusu da var. Yani her zaman bildiğimiz bir gerçekliğin dışında “Başka bir şey de olabilir burada.” duygusu da vardı. Çift katmanlıydı diyebilirim. Seyircinin o an tanık olduğu şeye aslında oyuncu olarak ben de ilk defa tanık oluyorum. Seyirciyle aynı düzlemdeyiz, aynı şartlar altındayız. Sadece ben oynuyorum, seyirci seyrediyor.
Moda Sahnesi’nin gelecek işleri ile ilgili bizleri neler bekliyor, bu konuda neler söylemek istersiniz?
Kemal: Bu sorular hep bana soruluyor ama Çağlar’a da sorabiliriz şimdi birinde o da olacağı için.
Çağlar: “Hırçın Kız” yapacaktık. Pandemide bir araya gelemediğimizden ertelemek durumunda kalmıştık. Önümüzde o var.
Kemal: Onu yazın yapmayı planlıyoruz artık. “Eşkal”in 6 Mayıs’ta prömiyerini yapmayı planlıyoruz. İlhan Sami Çomak’ın “Karınca Yuvasını Dağıtmamak” diye otobiyografik bir kitabı var; onu oyun haline getirdi seçtiğimiz bazı yerler üzerinden. Kadrosunu kuracağız, iki müzisyenle yapacağız. Eylül-Ekim gibi çıkacağını düşünüyoruz. Bir de “Hırçın Kız” var işte, onun için de Ağustos gibi diyebiliriz.