Zeynep Kara ve Başak Çelik’in yazısıdır.
Çeviri: Dilan Çelik, Fatma Say
Kit Sebastian, Fransa ve Türkiye arasında yayılan, parçalarında Anadolu saykedelik ezgilerinden 60’lar Amerikan cazına kadar birçok kültür ve müzik türünden esintiler barındıran Londra merkezli ikili. Biz de röportajımızda Kit Martin ve Merve Erdem ile farklılıklar, ilham kaynakları ve gelecek planları hakkında konuştuk.
Keyifli okumalar!
Özellikle son senelerde farklılıkların sentezini sanat ve müziğin birçok alanında daha belirgin bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. Yine de farklı kültürleri özgün ve doğal bir akış içerisine oturtmak bir hayli zor olabiliyor, bu akış sağlanamadığında ise dinleyici işe yabancılaşabiliyor. Sizde ise Anadolu ezgilerinden, Amerikan cazına, Latin Amerika – Brezilya melodilerine kadar hem türler arası hem de kültürel bir sentez görüyoruz ve bu sentez çok doğal bir uyum içerisinde. Siz bu farklılıklar arasındaki bağlantıyı nasıl yakalıyorsunuz? Müzik yapım sürecinde bu açıdan özellikle özen gösterdiğiniz noktalar var mı?
K & M: Kültürel bir uyum yakalamaktan ziyade müzikal olarak neyin işe yaradığını anlamaya çalışıyoruz. Örnek vermek gerekirse: Ud, caz piyanosu üzerinde harika bir ses çıkartır, fakat akustik gitar bossa nova aranjmanı içinde kaybolur. Prodüksiyon sürecinde müziğin sonik özellikleri veya farklı kültürlerden ritim ve melodilerin sentezi ile ilgilenebiliyoruz, bu süreçte dikkat ettiğimiz radikal bir unsur yok. Genellikle duygu ve enstrümantasyonu başlangıç noktası olarak kabul ettikten sonra dinleyicilerin aklında yer edinecek özel pasajlar üzerinde çalışmaya başlıyoruz. Örneğin “Kuytu”daki piyano melodisi veya “Agitate”teki klavsen riff’i gibi kısımların ardından geriye kalan melodileri doldurarak unsurlar ahenksizleşmeden önce her şeyi ilginç bir hale getirmeye çalışıyoruz. İlk ilhamın enerjisi sönmeden önce her şeyi çok hızlı bir şekilde kaydedip şarkı üzerinde ilerledikçe mikslemeye devam ediyoruz, böylece revizeye fazla alan kalmıyor. Dört kanallı bir bant makinesi ile çalıştığımız için enstrümanlar birbirlerine bant kanallarında karıştırılıyor, yani daha önce birbirinden tamamen ayrı olan sesleri sonradan bir araya getiriyoruz.
EN: Rather than there being a cultural reflection, it’s a more basic reflection based on what works musically. For example, an oud sounds great over a jazzy piano, but gets lost within an acoustic guitar bossa nova arrangement. The characteristics can be sonic, or mixing rhythm from one culture and harmony from the other, it’s nothing new. We normally start with the emotion and the instrumentation as a starting point, then the ‘melodic hook’. Like the piano melody on ‘Kuytu’ or the harpsichord riff on ‘Agitate’ then we’ll fill out the harmony, making them as interesting as we can before it gets dissonant. We record everything very quickly before the spirit of the initial inspiration dies, straight onto tape, mixing it as we go along so not much can be revisited. Because we work on a 4 track tape machine, instruments get mixed together on tape channels, meaning sounds that were previously separate become glued together.
Farklı kültürler içerisinde büyümüş olmanızın genel olarak hayata, müziğe bakış açınızda da çeşitlilik yarattığını düşünüyoruz. Biraz büyüdüğünüz ortamlardan ve birbirinizle karşılaşıp müzik yapmaya başladıktan sonraki etkileşimlerinizden bahsedebilir misiniz? Bir diğerinizden öğrendiğiniz ve sizi değiştiren farklılıklar ya da şaşırdığınız, sevindiren benzerlikler neler oldu?
M: Türkiye’de, özellikle de İstanbul’da doğup büyümenin ya da İstanbul’da yaşamanın kendiliğinden getirdiği bir müzikal zenginlik var. Birbirinden farklı folklorik kültürler ve müzikal etkileşimler içinde şekillenmiş bir kültür içinde büyüyoruz. Bir yandan Türk halk ve sanat müzikleri Balkanlar, Orta Asya ve Orta Doğu tınılarıyla dolu, bir yandan erken Türkçe pop 60’ların Fransız ve İtalyan müziklerinin etkisi altında vs. Dolayısıyla kulağımız birçok farklı türe aşina, ben de tüm bu türlerin etkisi altında büyüdüm. İtalya’ya film okumak için taşındığımda özellikle 60 ve 80’ler arası dönemlerin film müziklerini keşfettim. Kit’le tanıştıktan sonra işin prodüksiyon ve teknik anlamda kayıt süreçlerinin önemini daha iyi anlar oldum keza önceleri bu pek dikkat ettiğim bir şey değildi. Kit’in inanılmaz bir plak koleksiyonu ve ansiklopedik bir müzik bilgisi var. Onunla tanıştıktan sonra Brezilya ve Kuzey Afrika’dan çıkan müzisyenleri daha fazla dinlemeye başladım ve çok kısa bir süre içinde çok fazla yeni müzisyen keşfettiğim bir süreç yaşadım.
K: Kültürel olarak muhafazakâr bir Londra banliyösü ve Fransa kırsalı arasında büyüdüm. Fransa’nın kırsal kesiminde müzik yapmaya çok elverişli bir romantizm varken, İngiliz banliyö monokültürünün karşı olduğu çok fazla unsur var. Bu yüzden büyüdüğüm iki yer de bana ne olmak istediğimi ve istemediğimi gösterdi. Merve ile tanıştıktan sonra daha önceden sadece Avrupa’da bulunan bazı derlemeler aracılığıyla bir bakış atabildiğim Türk müziğini daha iyi anlamaya başladım. Bu da sahip olduğum müzik kültürünün içinde farklı bir ifade alanı geliştirmeme sebep oldu.
EN: I grew up between a culturally conservative London suburb and the countryside of France. The countryside of France has a romance to it that’s very conducive to making music, whilst the mono-culture of the English suburbs has a lot to react against. So both places showed me what I wanted to be and what I didn’t. After I met Merve I was able to understand Turkish music further, which I was only able to glimpse through some compilations available in Europe. This developed further a language within the music.
Müzikleriniz sadece bir şarkı olmanın yanında dinleyicilerine apayrı görsel bir dünyanın da kapılarını açıyor. Kit Sebastian dinlerken insan bir zaman kapsülündeymiş gibi yürüdüğü sokakları 60-70’ler penceresinden görmeye başlıyor. Bu şekilde bir atmosfer yaratmak planladığınız bir şey miydi? Bu etkiyi yaratırken en büyük ilham kaynaklarınız neler oldu?
K: Daha önce sık sık bahsettiğimiz gibi 20. yüzyıl ortası estetiğimiz tamamıyla kasıtlı bir şekilde oluşmadı. Kullandığımız Super 8 kameralarından vintage müzik ekipmanlarına kadar herhangi bir ürün satın alırken bu estetiği göz önünde bulunduruyoruz ancak stüdyo ve sette sadece bize doğal ve doğru hissettiren şeyleri yapıyoruz. Bu çağın şüphesiz bir şekilde bilinçaltımıza kazınan film ve müziklerine hayranız, fakat geçmiş dönemleri zorla canlandırmaya çalışan birileri gibi davransak rahatsız hissederdik.
EN: As we often say, our mid 20th century aesthetic is not completely intentional. It is considered when purchasing items (from Super 8 cameras to vintage music equipment) but when in the studio or on set, we just make things that feel natural and right to us. We do love films and music from this era which have undoubtedly seeped into our subconscious, but we would feel uncomfortable acting as revivalists.
M: Ses ve imaj/görsellik birbirinden ayrılmaz bir ikili. Müziğimizi analog ekipmanlarla kaydediyor olmamız ve çok da cilalanmamış, kusursuz olmayan kayıtlarımız kendiliğinden bir atmosfer oluşturuyor. 60 ve 70’ler teknik, estetik ve sanatsal olarak bizi en çok besleyen dönemler ama geçmişi yeniden üretmemek ve yaptıklarımızın bugüne ait olması bizim için çok önemli.
Bu dönemde “aklınızdaki birkaç adam, 60’lardan birkaç film ve eski şarkılar” neler, bahsedebilir misiniz?
M: Birkaç adam – Caetano Veloso, Miles Davis ve Stéphane Mallarmé
60’lardan birkaç film – Gillo Pontecorvo ‘The Battle of Algiers’, Ousmane Sembène ‘La noire de…’ ve Márta Mészáros ‘Eltávozott Nap’
Eski şarkılar – Jose Mauro ‘Tarde de Nupcias’ ve Rüçhan Çamay ‘Çocukluğum’
K: Son bir haftadır Phil Spector’un Ronettes gibi yapımlarına bağımlı olmuş durumdayım, bariz bir pop etkisi ile birlikte akıldan çıkmayan bir doğası da var. Ayrıca bir pop başarısızlığını konu alan 1967 yapımı Yugoslav filmi “When I am Dead and Gone”ı yakın zamanda tekrardan izledim. Sert bir film olmasına rağmen içinde romantizm de barındırıyor.
EN: This week I’ve been obsessed with Phil Spector’s productions, like the Ronettes – it has an obvious pop sensibility but a haunting nature to it. I also rewatched a Yugoslav film called Kad budem mrtav i beo recently, about a pop failure, there is a grittiness to it, but a romanticism within.
Spotify’da Kit Sebastian dinleyicileri için oluşturduğunuz listeleri dinliyorum. İkinizin listesi de çok güzel, iyi ki bu listeleri hazırlamışsınız; dinlemesi çok zevkli ve listeleri dinlerken aklıma şu soru geliyor: Aslında genel olarak ikinizin de diğer insanlardan çok farklı bir müzik zevki var ve birbirinizi bulmanız çok güzel bir tesadüf diyebilirim. Kit Sebastian fikri nasıl ortaya çıktı, birlikte müzik yapmaya nasıl karar verdiniz?
K: Londra’daki Türklerin üyesi olduğu bir Facebook grubunda tanıştık. Türk dilini ve kültürünü sevdiğim için Türk bir sanatçı ile bir grup kurmak istiyordum ancak bu dil ve kültür üzerine çok az bilgim vardı. Önceden caz müzik ile uğraşıyordum ve Merve ile aramızda kendi sesimizi üretmeye elverişli bir enerji olduğunu fark ettik.
EN: We met on a Facebook group for Turkish people in London. I was interested in starting a group with a Turkish singer as I love the language and culture, but had little knowledge of it. I was previously producing jazz, and there was a synthesis between us to create our sound.
Geçtiğimiz haftalarda Salon İKSV’de ilk İstanbul konserinizi gerçekleştirdiniz. İstanbullu dinleyicilerinize çok güzel ve keyifli bir deneyim yaşattınız. Acaba yakında yine bir İstanbul konseri görebilir miyiz?
M: Çok teşekkürler! İstanbul’da konser vermek inanılmaz güzel bir histi ve gruptakilerin İstanbul’a ilk ziyaretleri harika geçti. Haziran sonunda bir festival için geri dönüyoruz – henüz resmi olarak açıklanmadı – heyecanlıyız!