‘Ne olursa olsun dinlerim, fark etmez.’ diyenleri sevdiğimiz bir playlist boyunca kenara bırakalım. Müziğin klişeleşmiş sözlük tanımlarını da. Müziğin hayatımızdaki izdüşümüne bakmak belki de en güzel, en etkili tanımdır. Yaşımızla, modumuzla gelişen ve genişleyen bir kültürdür müzik. İçinde sözü ve besteyi içeren şemsiye bir kelime olarak müzik, spontane bir tıklamanın ötesinde bir kişilik analizidir. Elbette ona indirgenemez her şey ama epey şey de onunla açıklanabilir. Kimimiz sözden yana oluruz, kimimiz de besteye torpil geçeriz hayat dediğimiz akıp giden duygu selinde. Bazen ikisi iç içe geçer ki işte o zamanlardayeniden oynat tuşu anlarımıza kayda değer bir damga vurur.Evet, tüm bu ağır yük bazen 3-4 dakikaya sığar.
Globalleştiği sanılan, ancak çoğumuzun bir özel alan arayışında olduğumuz 21.yüzyıl dünyasında sanıyorum ki evrenselleşme olgusunu içinde en başarılı şekilde taşıyabilen alan da müziktir. Her nesnenin ve olgunun çok yönlü ayrımlara tabi tutulduğu ancak harflerin, notaların ve duyguların bir etnisiteye tabi tutulmadığı bir ortamda Elvis Presley’in Can’t Help Falling In Love’ı ile Zeki Müren’in Elbet Bir Gün Buluşacağız’ı ruhun benzer noktalarında benzer etkiler yaratması bunu gösterir. Görünüş bakımından farklı olsa da sözler ve müzikler, duygulara karşılık gelen notaların kendisi değişmez, birkaç diyez ve bemol hariç.
Ve müzik her zaman bir susmama, bir başkaldırı biçimidir. Picasso’nun ünlü Guernica’sını dışarıda tutacaksak müzik, yeryüzündeki en estetik isyandır. Unutulmuş bir kolektivitenin zamansız marşıdır müzik. Protest formunda otoriteyi, ayrımcılığı, marjinal duruşa yapılan ihlalleri hedef alır. Caz formunda, koşuşturmacayla ve bitmeyen enerjisiyle bireyi yoran bir metropolün o birey üzerindeki derin tesirini özet geçer Louis Armstrong’un What A Wonderful World’u. Birbirinden çeşitli özellikler bakımından farklı yedi notanın kombinasyonu, sözlere giyidirilen asil bir giysi olur ve bütünlğüyle zaman kavramını aşar, kalıpları yıkar. Sayfalara sığmayacak duyguları somutlaştırmakta baş aktör yine söz ve müziktir, sonu belli olmayan bir yolculuğun arefesindeki veda duygusunun Bella Ciao ile somutlaştırıldığı gibi. Immanuel Kant gibi bir aydınlanma dehasının Batı’da bıraktığı derin mirasın Beethoven’ın Moonlight Sonata şaheseriyle kulaklara hitap edebilecek bir forma dönüşmesi gibi. Ve daha birçok örnek…
Bu ve bunun gibi yönlerini göz önünde bulundurduğumuzda müziğe insanlığın kalbi olarak bakmak abartı olmaz diye düşünüyorum. Yeni bir günün hayatımıza getireceği ihtimalleri bilmeyen bizler için bildiğimiz bir şey vardır; ne yaşanırsa yaşansın notalara dökülür. Değişen bir hayatta olduğumuz içindir ki müzik söz konusu olunca notalar dışında her şeyi değişime açık hale geliyor. Editörün seçiminden de dinlesek, kendi listemizden de dinlesek duyguların dışavurumu hiçbir zaman hayatımızdaki o prestijli konumunu yitirmeyecek. Sessizleştirilmeye ve hatta bastırılmaya çalışılan her duygu, müzik aracılığıyla cesur birer slogan gibi bizi, bizden olanı yansıtmaya devam edecektir.Duygular var olduğu müddetçe notaların ve harflerin kombinasyonu bizden olan bir şeyleri anlatma serüveninde var olacaktır.