Türkiye’de 70’li yıllara dönüp bir bakmak gerekirse kültürel anlamda bir çeşitlilikle karşılaşırız. 12 Mart muhtırasının etkileri Türk müzik tarihine de doğrudan yansımıştır. Rotasını batı müziğine çevirenler, yeni yeni “hit” diyebileceğimiz şarkılar yapmaya başladılar. Devri geçtiği düşünülen caz müzik yerine Avrupa popundan ve Rock’n Roll’dan etkilenerek bugünlerde duyduğumuzda yüzümüzü güldüren şarkılar üretildi. Erol Evgin ve Erkut Taçkın, bu iki türün Türkiye’ye yansımasını gözlemlemek adına çıktığımız yolda aklımıza ilk gelen isimlerden ikisi.
Bir diğer ekolü ise Murat Meriç’in kullandığı “Ruhi Su izinden gidenler” kalıbı oldukça iyi ifade ediyor bence. Ya toplumsal olaylara duyarsız kalmayan, ya da sadece alafranga dayatmasına itirazı olan isimler bunlar. Ancak, ülkedeki özgürlükçü ve muhalif seslerin bastırılması ise ertelenmedi. İlan edilen sokağa çıkma yasağı sonrasında evlerin arandığı ve otorite tarafından sakıncalı olarak görülen basımların yakıldığı dönemde, masum insanların öldürülmesini Aşık Mahzuni Şerif ele aldı. Süleyman Demirel’in istifasından sonra kurulan tarafsız hükümetin başkanı Nihat Erim’e ithafen yazdığı “Erim erim eriyesin” türküsü sebebiyle suçlu bulundu ve hapis cezasına çarptırıldı. Bir diğer örnek olan Orhan Gencebay’ın Ruhi Su türküsü söylemesi gerekçesiyle yargılanması ise kafamızda daha salt düşünceler oluşturuyor. Zaman içerisinde, Zülfü Livanelli gibi isimlerin bu uğurda batı enstrumanları kullanmasıyla çizgiler biraz eriyecek olsa da 12 Eylül 1980 darbesi, olaya “bambaşka bir perspektif” getirecek.
Tüm bu canlılığın yanında, oldukça enteresan oluşumlarla karşılaşıyoruz. Folk müziğin değişik varyasyonları ve deneysel diyebileceğimiz -kanımca çok da başarılı olmayan- birçok iş, sahnelerde kendilerine yer bulmuş. Özellikle 70’ler ve 90’lar arası gibi geniş bir skalada bakarsak disko folk, funk gibi türlerde özgün gruplara rastlayabiliriz. Bu akıma bir miktar geç dahil olmalarına ve “hard rock”a biraz daha yatkın olmalarına rağmen Akbaba İkilisi, verebileceğimiz yegane örnek çünkü bahsettiğim grupların ne kayıt alıp albüm yapmaya ne de seslerini büyük kitlelere duyurmaya güçleri yetmiş. Tüm bu bilinmezliğin içerisinde Derdiyoklar İkilisi ağızlarımızı açık bırakıyor. Kısa bir süre müzik yapan ikiliye, bireysel olarak da bir miktar değinmekte fayda görüyorum.
Ali Ekber Aydoğan
Malatya’nın Fethiye beldesinde dünyaya gelmiş ve çok küçük yaşından beri bağlama çalıp şiirler yazdığından bahsediyor. Profesyonel hayata atılmakta gecikmeyip gençken tekliler çıkarmaya başlıyor ve bir süre içerisinde Arif Sağ ile tanışıp kendisini geliştiriyor. 1978 yılında Almanya’dan oturma izni alıp göç ediyor ve müzik hayatına orada devam ediyor.
Ali Ekber’in öne çıkan bazı özellikleri var. Avrupa’da yapılan ırkçılıklara değinmekten asla çekinmemesi, onu protest müziğin önemli isimlerinden yapıyor. Aynı zamanda; ürettiği enteresan enstrumanlar, sahne şovu ve akıl almaz kabiliyetleriyle ön plana çıkıyor. Rastladığım bir bilgi, Aşık Mahzuni Şerif’in Ali Ekber’in kirvesi olduğu yönünde fakat bu, doğrulayabildiğim bir bilgi değil. Fotoğrafta gördüğünüz ürün ise Ali Ekber’in ürettiği 3 saplı bir enstruman. En üst bölümünü cura, ortadaki bölümünü gitar, alt bölümünü ise bağlama oluşturuyor. Gövdelerinde bulunan manyetiklerin yanında ise yukarıdan aşağıya “Derdiyoklar” yazdığını görebiliyoruz.
İhsan Güvercin
1951 yılında Malatya’nın Fethiye beldesinde doğuyor. Hatırlayamadığı yaşlardan itibaren bağlama çalarak ve türküler söyleyerek büyüdüğünü söylüyor. 70’li yılların kasvetli havasında istediklerini tam olarak gerçekleştiremediği için askere gidiyor ve döndüğünde Almanya yolunu tutuyor. Daha önce hiç çalmadığı bateriyi ise Almanya’da kendi imkanlarıyla öğreniyor.
Kadim bir Anadolulu olarak nitelendirebileceğimiz İhsan, hayatını bu müziğe adamış. Kendi döneminin ninelerinden ve dedelerinden, deyişler ve semahları derleyip bir arşiv oluşturuyor ve ürettiği müzikle, insanları da bu elementlere gereken ilgiyi göstermeye davet ediyor. O da Arif Sağ ile birlikte uzun süre çalışsa da bir noktada yolları ayrılıyor ve kendisini bir umutsuzluk kapsıyor. Başarısızlık hissi İhsan’da bir devamlılığın önünü kesiyor ve adı çok da duyulmayan bir kişilik olarak kalıyor. Yaptığı müziğin kalitesi tartışılmazken kendini bir ozan olacak kadar donanımlı görmemesiyle alçak gönüllülüğünü ön plana çıkarıyor. Fakat o günlere dönmek gerekirse eğer; askerlikten dönüp Almanya’ya göçmüş İhsan, hemşerisi Ali Ekber’le bir araya geliyor ve Derdiyoklar İkilisi’ni oluşturuyorlar.
Ali Ekber’in piyasaya çıkışı zaten “Derdiyok Ali” ismiyle vuku buluyor. Bu ismin hikayesi de Ali Ekber’in küçüklüğünden beri derdiçok sıfatıyla anılmak istemesinden geliyor. Fakat Ali Ekber’in araştırmalarında rastladığı, 15. Yüzyılda Maraş’ta yaşayan bir ozanın “Derdiçok” ismini kullanması bilgisi, onu bir ironi yapmaya itiyor. En nihayetinde seçtiği “Derdiyok” ismiyle oluşturduğu tezata bakarsak Ali Ekber’in içerisindeki psychedelic yanı görürüz. İkilinin kara mizahtan hoşlanmalarının, hem yaptıkları müziğin sanatsal yönüne hem de şarkı sözlerine yansıdığını düşünüyorum.
Benim de bu ikiliyle tanışmama vesile olan bir adet canlı performansları var ki hayret etmemek elde değil. Mekana baktığımızda bir düğün salonuyla karşılaşıyoruz. Zaten düğün salonları ve gazinolardan başka hiçbir yerde müziklerini icra edemediklerini biliyoruz. Fakat bu ortamın yapılan müzikle hiç paralellik göstermemesi bence hala şaşılacak bir nokta. Ön sırada, dizleri üzerine oturmuş ve üretilen müzikten bi haber şekilde oyun oynayan çocukları görmek gerçekten garip hissettiriyor. Performanslar ise resmen dahiyane. Ali Ekber’in elektrik gitara olan hakimiyeti büyülüyor fakat sadece iyi çalmakla yetinmiyor kendisi. Ensesinde, sırtında, yere koyup ayakta durur vaziyetteyken ayaklarıyla çalması eğer zihinlerimizi zorlarsak kabul edilebilir şeyler olabilir. Aynı tarihlere denk gelmese de psychedelic sanatçıların da sınırları zorlamak adına yaptığı hareketler bunlar. Jimi Hendrix diyince aklımıza gelen ilk fotoğraflardan birisi gitarı dişleriyle çalması mesela. Fakat Ali Ekber, her şeyin ötesine geçiyor ve sırtında gitar çalarken burnuyla klavye solosu atıyor! Bunlar yapmış olmak için yapılmış şeyler olsaydı bu kadar değerli olmazdı ama kulağımıza gelen sesler aksine, hoşumuza gidiyor. Yine aynı performansta bulunan İhsan’ın bateri solosu ise yaşadığımız etkilenmeyi perçinliyor. Sahne şovu ise bir düğün salonunda görmeyi beklemediğimiz şekilde özgün ve tüm bunlar “Derdiyoklar İkilisi”ni akıl sır erdirilemez yapıyor. İcra edilen müziğin sözcüklerle çok karşılık bulabileceğini düşünmediğim için videoyu izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Diğer projelerine baktığımızda, aynı çizgiyi koruduklarıyla ve üretimde pek bir çalışkan olduklarıyla karşılaşıyoruz. İkili, hem başka isimlere şarkılar üretip hem de düğün salonu ve gazino konserlerine devam ediyorlar. Bunun yanında Almanya’da olmaları sebebiyle ülkeye turne için gelmiş türk müzisyenlere eşlik ediyorlar. Bu müzisyenler halkın aksine onların kıymetini bir hayli biliyor. Çarpıcı isimlerle birlikte çalışmış olan ikiliye söylenen bazı sözleri paylaşarak düşüncemi desteklemek istiyorum.
-Müzeyyen Senar: “Buralarda yok olup gitmeyin, Türkiye’ye gelin. Müziğinizi orada yapın.”
-İbrahim Tatlıses: “Ne Rafet El Roman ne Tarkan hiçbirini tanımam! 25 yıldır Almanya’dan çıkmış en iyi müzisyenler Derdiyoklar’dır.”
-Neşet Ertaş: “İzin verin Almanya’da düğünlerde sizinle birlikte çalayım.” -Aşık Mahzuni Şerif: “40 küsür yıldır yazıyorum, ‘Türkülerle Gömün Beni’, ‘Yolculuk Nereye Alman Efendi’ gibi bir şarkı yazmadım.”
Birlikte çalıştıkları sanatçılardan bu denli övgüler almalarına rağmen, bahsettiğim kayıttan iki yıl sonra -yani 1986’da- grup, dağılma kararı alıyor. Sonrasında iki isim de farklı sanatçılarla müzik yapmaya devam ediyor. Derdiyoklar İkilisi ise tarihe gömülüyor. Bu birlikteliğin sona ermesi hakkında İhsan’ın 2010’lu yıllarda dediklerini değiştirmeden aktarmak istiyorum: “Anlamadığım bir anlaşmazlığın ve zıtlığın içerisinde buluverdik kendimizi. 1986 yılının Haziran ayında, kaprisler ve kompleksler ormanında yolumuzu kaybettik. O gün bu gün bir daha bir araya gelmedik Ali’yle. Umarım iyi ve rahattır, buradan kendisini sevgiyle anıyorum.” Aynı zamanda Ali’nin otobiyografisinde, İhsan’a yönelik arkadaş sıfatının kullanılması ikilinin birbirlerine çok sinirli olmadığını düşündürttü bana. 1986’dan sonra ilk defa 2014 yılında, Ali Ekber Aydoğan’ın 40. Sanat Yılı Kutlamaları vesilesiyle tekrar buluştu ikili. Yine bir düğün salonunda ve yine Ali Ekber sazını, İhsan bagetlerini aldı ve birlikte çaldılar. Yaşlarının ilerlemesinden ötürü sadece tatlı bir video olarak değerlendirdim ben bunu fakat keşke bize birkaç şahane performans daha bıraksalarmış demekten alıkoyamadım kendimi.
Bireysel olarak hala müziğin içerisinde yer alıyorlar ve öyle ya da böyle bir kesime hitap ediyorlar. Şu anda ne gençlikleri ne de cesaretleri o zamanki deneysel işlerin yanına yaklaşmaya izin vermiyor bence. Fakat bu tarz performanslara ufak da olsa bir ilginiz varsa bile 1984’de bir düğün salonunda çekilen videoyu tekrar tekrar izleyeceğinizi düşünüyorum.